'Kelebeğin Rüyası'nda Eksik Kalanlar...



'Kelebeğin Rüyası'nda Eksik Kalanlar...

Yılmaz Erdoğan'ın son filmi Kelebeğin Rüyası, eleştirmenlerden tam not aldı. Cuma günü vizyona giren film büyük ilgi gördü... Sinemadan çıkanlarda şiir tadında bir burukluk bıraktı... Ancak öyküyü bilenler için; filmde eksik bir tad, eksik bir şeyler vardı...
Önce bu eksiğe değinmeden, hiç bilmeyenler için filmin anlattığı iki şaire ilişkin küçük bir anekdot düşelim: 

"Kelebeğin Rüyası, 'Kelebek ömürlü' iki şair olan Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu'nun hayat hikâyesini anlatıyor... 

Rüştü Onur, 3 Ağustos 1920 doğumlu. Şair, 12 Aralık 1942'de yani sadece 22 yaşındayken hayata veda etti. Muzaffer Tayyip Uslu ise 1922'de dünyaya geldi. 1946'da son nefesiniverdiğinde sadece 24 yaşındaydı. 

Zonguldaklı iki şair olarak imzasını attılar Türk şiir tarihine... Mehmet Çelikel Lisesi'nden Behçet Necatigil'in öğrencisi olan Rüştü ve Muzaffer Tayyip, 'hoca'yla bağlarını hiç koparmadı. 

Dönemin edebiyat dergilerinde, özellikle deVarlık'ta şiirleri yayınlanan Rüştü ile Muzaffer Tayyip, Behçet Necatigil'in yanı sıra Salâh Birsel, Necati Cumalı, Oktay Rifat, Melih Cevdet ve Samim Kocagöz ile de 'şiir' arkadaşıydılar ve sık sık mektuplaşırlardı."

Şu notu da düşelim haksızlık etmemek için...

Yılmaz Erdoğan'ın filminde; Muzaffer Tayyip Uslu'yu Kıvanç Tatlıtuğ, Rüştü Onur'u Mert Fırat oynuyor... Gerçekten keyifli, gerçekten çok güzel... İki isim büyük bir alkışı hak ediyor... 

Şimdi gelelim filmde eksik kalan yöne... 

İki şairin hayatında da Zonguldak'ın kendisi, özellikle maden büyük bir yer tutuyor... Hayatları madenle iç içe... O tarihlerde Zonguldaklı köylüler için uygulanan mükellefiyet (zorla, insanlık dışı şartlarda madende çalıştırma) şehrin en büyük dramı... 

16 yaşında madene indirilen çocuklar, verem oluncaya kadar çalıştırılanlar.... Yarı ölü hale gelince, katır sırtında köylerine geri gönderilenler... 

Madende kömür taşıttırılan katırlar kadar bile değer verilmeyen çocuk işçiler, babaları, dedeleri... 

Parçalanan aileler, yoksulluktan ölüsü bile köyüne taşınamayan, kimsesizler mezarlığında toprağa karışan madenciler... 

Madenden firar eden işçilerin karakolda zaptedilen eşleri, kızkardeşleri, anneleri...  

Aynı maden ocağında can veren dede, baba, oğul... Dram üstüne dram... 

Bu kadar dramın kıyısından köşesinden sadece bir iki sahnede ucunun gösterilmesi, bırakın madencileri-işçileri; veremden hayatını kaybeden bu iki kelebek ömürlü şaire bile haksızlık olmuş... Filmde bir kez mükellefiyet kelimesini duyduk... O da Rüştü Onur'un yarım kalan tiyatro girişiminde.... 

İki şairin veremleri; o dönem yaşanan genel bir dramın parçası oysa... Sadece şairlikten, aşktan değil veremleri... Aslında onların da katili 'mükellefiyet'... 

Filmin şiir tadında bırakılmasının tek nedeni umulur ki, bir dönemi sorgulamadan kaçmak değildir.... 

Filmin bir diğer eksikliği ise, Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu'nun hayatında yer eden Behçet Necatigil dışında diğer şairlere hiç yer verilmemesi.... 

İki şairin limandaki kahveden seyrettikleri manzara için yaptıkları Sait Faik (Abasıyanık) akşamları benzetmesi hatırlanmayı hak etmez miydi?

Hiç yorum yok: